MIRILDAYAN DELİKANLI |
THE MUMBLING MAN |
Daisy tedirgindi. Çantasından bir resim çıkardı. |
Daisy was worried. She pulled a photo out of
her bag. |
Bu, sarı saçlı, solgun yüzlü, bunalımlı bir gencin
resmiydi. |
It was of a fair-haired rather
depressed-looking youth. |
Bay ve Bayan Forster 17 yaşındaki bu delikanlı hakkında
kendisiyle görüşmüşlerdi. |
She had interviewed his parents, Mr. and Mrs.
Forster, about their seventeen-year-old son Andy. |
Bir sabah, sırt çantasına koyduğu bir kaç elbiseyle evden
ayrılmış, bir daha da kendilerini hiç aramamıştı. |
He had walked out one day with a few clothes
in a rucksack and hadn’t communicated with them again. |
Bu
delikanlıyı polis bulamadığına göre Daisy nasıl bulacaktı? |
How on earth was she to find this young man
if the police hadn’t managed to? |
Daisy’nin arkadaşı Sonia, kendisine telefon ediyor ve
“Haydi, yarın deniz kenarına gidelim” diyordu. |
“Let’s go to the seaside tomorrow for the
day, Daisy,” This was Daisy’s friend Sonia speaking over the
telephone. |
Sonia iki yıldır yerel bir gazetede çalışıyordu, ama
Londra’da bir iş bulmayı çok istiyordu. |
She had been working for a local newspaper
for the last two years but yearned to find a job in London. |
Daisy “Olur, hem biraz denizde yanarız hem de taze morina
balığıyla patates kızartması yeriz” dedi. Daisy Hamilton,
özel dedektifti. Uzun zamandır bir gün bile dinlenmemişti.
Birkaç saatliğine işten soluk alma fikri çok hoşuna gitti. |
“Oh yes, and we can get a tan and eat really
fresh cod and chips!” Daisy Hamilton, private investigator
who hadn’t had a day off for some time rejoiced at the
thought of getting away from it all, if only for a few
hours. |
İki arkadaş günlük meşguliyetleri, erkekler ve işleri
hakkında sohbet ettiler. |
The two friends had been moaning over the
phone about life, men and work. |
Sonia arkadaşına “Benim arabamla gideriz, benzin parasını
paylaşırız” diye önerdi. |
“We can go halves on the petrol - shall we go
in my car?” suggested Sonia. |
Sonia’nın ailesi varlıklıydı, ama kendisi çok özgür bir
kadındı. |
She was a very independent young woman
notwithstanding she came from a well-to-do family. |
Neyse ertesi gün saat altı buçukta buluşmaya karar
verdiler. |
So it was decided to leave at six-thirty the
next morning. |
Güneş gözlükleri, güneş koruyucu kremleri ve renkli plaj
giysileri ile donanan bu iki kadın Kingsbourne’a yapacakları
gezi için yola çıktılar. |
Armed with sunglasses, sun-cream and
colourful seaside clothes the two women set off on their
trip to Kingsbourne. |
Sonia yirmi sekiz
yaşında, uzun siyah saçlı, mavi gözlü çekici bir kadındı. |
Sonia was an attractive young woman of
twenty-eight with long black hair and blue eyes. |
Kendine uygun bir erkek arkadaşı bir türlü bulamamıştı ve
daima Daisy’ye telefonda başına gelen en son felaketten söz
ederdi. |
She never seemed to pick the right boy-friend
and was always telephoning Daisy about her latest disaster. |
Kingsbourne’a geldiklerinde, gösterge panelindeki kırmızı
ışığın yanıp söndüğünü farkettiler. |
Just as they were arriving at Kingsbourne
they noticed a red light flickering on the dashboard. |
Sonia “Yağ ölçeri sinyal veriyor, oysa daha birkaç gün önce
doldurmuştum.” diye mırıldandı. |
“That should be the oil gauge. But I had oil
put in only a few days ago!” Sonia reasoned. |
Hanımların her ikisi de pek makinelerden anlamıyordu.
|
Neither of the two women was very
mechanically minded. |
Daisy, ön koltuğun üstündeki aynada makyajını düzeltirken
“Hemen bir araba tamircisine gitmeliyiz” derken |
“Let’s find a garage as quickly as possible,”
said Daisy, adjusting her make-up with the aid of the
lighted mirror in front of the passenger’s seat. |
arkadaşı “Bak, şu süpermarketin karşısında bir tamirci var”
diye gösterdi. |
“Look, there’s one over there - opposite the
supermarket.” |
Tamirci arabanın kaportasını kaldırıp yağ deposunu kontrol
edince, “Üzgünüm, hanımefendi deponuz delinmiş olmal;
arabanız hayli eskimiş. Böyle şeylerin olması doğaldır”
dedi. |
“Sorry Miss, but there must be a hole in the
oil tank. Your car is pretty old - and you have to expect
these things, you know,” judged the garage owner after
lifting up the bonnet and checking the oil level. |
|
Tamirci pek genç biri değildi; nazik ve güvenilir bir
insana benziyordu. |
He was not very young but looked a kind and
reliable person. |
“Üzülmeyin hanımefendi,” dedi, “deponuz delinmiş bile olsa
ben onu lehimlerim. Sadece biraz zaman alır. |
“Don’t you worry Miss. If there’s a hole in
the oil tank I can solder it. It’ll take a while, though. |
Siz de o arada biraz eğlenirsiniz. Sahil buradan yirmi
dakikalık yürüme mesafesinde. |
You go off and enjoy yourselves for the day.
The sea front is a twenty minute walk from here. |
Yalnız saat altıdan önce uğrayıp arabanızı almanız gerek.
|
The only thing is, you’ll have to pick the
car up again before I close at six o’clock.” |
Her iki kadın da rahatladılar. |
Both women were relieved. |
“Bu harika! Çok teşekkür ederiz. Görüşmek üzere, o zaman”
dediler. |
“That’s marvellous. Thanks very much. See you
later then.” |
Artık Sonya ile Daisy günün zevkini çıkarabileceklerdi. |
Now Sonia and Daisy were free to enjoy the
day. |
Daisy, “İyi ki şapkalarımızı yanımıza almışız; bugün hava
hayli sıcak olacağa benziyor” dedi. |
“Good job we’ve put our sun hats on. It’s
going to be a scorcher today,” Daisy observed. |
Deniz kenarına gelmek için Daisy ile Sonia birçok eflatun,
menekşe rengi ve sarı çiçeklerin bulunduğu güzel, yeşil bir
parkın içinden yürümek zorunda kaldılar. |
In order to arrive at the sea front Daisy and
Sonia had to walk through a pleasant green park with lots of
mauve, purple and yellow flowers growing in it. |
İnsanlar parkta sıralarda oturuyorlar, çocuklar da otların
üzerinde oynuyorlardı. |
People sat about on the park benches enjoying
the sun and children were playing on the grass. |
Daisy, birden kocaman bir sıcak hava balonunun yanında
kuyruktan bekleyen insanları göstererek “Şuraya Bak!” diye
haykırdı. |
“Look!” exclaimed Daisy pointing to a queue
of people waiting alongside an air balloon. |
Bilet satan bir adam bağırıyordu: “Hayatınızın deneyimi için
bir kişi daha var mı?” |
“Any more for the experience of a life-time?”
shouted a man selling tickets for the air balloon. |
Sonia maceraya çok düşkündü. “Haydi Daisy, gel bakalım nasıl
bir şeymiş!” dedi. |
Sonia was very adventurous. “Come on Daisy,
let’s see what it feels like!” |
Birkaç dakika içinde Daisy ile Sonia parkta gökyüzünden
aşağıya ellerini sallıyordu. Az sonra da Kingsbourne
kasabası ve uzun sahil şeridi ve kenardaki ufak dükkanları
görebiliyorlardı. |
Within minutes Daisy and Sonia were waving
from high up at the people walking about in the park, and
soon they could see the town of Kingsbourne and the long
strip of sea shore with rows of small shops along it. |
Daisy kazağını üzerine giyerken “Demek ki böyle bir şeymiş”
diye yorum yaptı. |
“So that’s what it feels like, it gets colder
as you go up,” commented Daisy as she put her cardigan on. |
“80 günde devrialem kahramanı Phileas Fogg’ın işi bayağı
zormuş; ben bununla çok uzaklara gitmek istemem doğrusu”
dedi. |
“I wouldn’t care to travel far like this,
Phileas Fogg must have had a hard time!” |
Biraz sonra balondan inen iki arkadaş yazın sıcağını iyice
hissetmeye başlamışlardı. Doğruca sahile koştular. |
Soon after the two friends had got out of the
air balloon they began to feel the summer heat again and
made their way to the sea front. |
Daisy ile Sonia yüzlerini, boyunlarını ve kollarını güneş
kremine bularken “Burada hava harika, denizin mavisi ne
kadar da güzel!”diye haykırdılar. |
“Oh what fantastic fresh air there is here,
and the sea’s so blue today!” Daisy and Sonia had plastered
their faces, necks and arms with suncream. |
Daisy “Şurada elinde şezlonglar olan bir adam var; |
“Look! There’s a man with the deckchairs. |
elbiselerimizi nerede değiştireceğimiz ona soralım” dedi. |
I’ll ask him about a place to change our
clothes,” said Daisy. |
Sonia “Unutma Daisy, güneşte çok fazla kalmamız uygun olmaz”
diye hatırlattı. |
“Don’t forget, we’d better not exaggerate
with the sun, Daisy,” advised Sonia. |
“Haklısın. Geçen sefer nasıl yanmıştım da karnımın üstünde
uyumak zorunda kalmıştım, hatırlıyor musun? Bu sefer öyle
olmasın.” |
“You’re right. Do you remember when I got
sunburnt and I had to sleep on my stomach? Never again.” |
O
korkunç deneyim aklına geldiğinde Daisy yüzünü buruşturdu. |
Daisy made a grimace remembering the terrible
experience. |
Elbiselerini çıkarıp bikinileri ile kaldıklarında Sonia
haykırdı: “Haydi yüzelim, denize girmek için
sabırsızlanıyorum.” |
Once outer clothes had been taken off and
bikinis appeared, Sonia declared, “Let’s have a bathe, I
can’t wait to get into the water.” |
Su
hoş bir şekilde sıcaktı ve tatile çıkan birkaç aile denizde
keyifle yüzüyordu. |
The sea was gloriously warm and there were
quite a few families on holiday enjoying themselves swimming
about. |
Biraz sonra güneş bulutların arkasında kaybolunca iki
arkadaş şezlonglarının üzerine oturup kurulanmaya karar
verdiler. |
After a while the sun disappeared behind some
clouds and the two friends decided to sit in their
deckchairs to dry off. |
Sonra güneş tekrar ortaya çıktı. |
Then the sun came out again. |
Sonia “Sanırım gölgelik bir yer arasak iyi olur. Şu
alışveriş merkezinde biraz vakit geçirelim mi?” diye
önerdi. |
“I think we had better seek some shade. We
could go over to the arcade and explore a bit.” Sonia
suggested. |
Daisy arkadaşına “Evet,” orada bir balık-patates tezgahı
buluruz” diye hatırlattı. |
“Yes, and find a good fish and chip place!”
Daisy reminded her friend. |
Sonia “Lütfen şu sirkeyi bana uzatır mısın, patateslerimin
üzerine ne kadar sirke döksem tadına doyamıyorum” dedi. |
“Pass me the vinegar please, Sonia. I never
seem to put enough on my chips,” said Daisy. |
Sonia da, “Morina balığı ne kadar tazeymiş, değil mi?” diye
başını salladı. |
“Isn’t the cod wonderfully fresh?” Sonia
nodded. |
Yemekten sonra kızlar kasabayı dolaşıp birkaç hatıra eşyası
satın aldılar. |
After lunch the girls walked around town and
bought a few odds and ends tourists love to buy. |
Daisy birkaç güzel yeşil saç tokası aldı. Sonia da güzel
saçları için mor renkte bir saç bandı aldı. |
Daisy found some nice green hairclips and
Sonia a purple hairband for her lovely hair. |
Saat beşi çeyrek geçiyordu ki Sonia arabasını alma zamanı
geldiğine karar verdi. |
At about five-fifteen Sonia decided she was
going off to pick the car up early. |
“Ne olur ne olmaz Daisy” dedi “son anda bir aksilikle
karşılaşmayalım.” |
“You never know, Daisy, just in case there’s
a hitch. |
Sen burada dur ki giderken çantamı yanıma almak zorunda
kalmayayım. |
You stay here so I won’t have to take my bag
with me. |
Sen biraz deniz havası al, ben arabayla buraya geleyim.” |
You can breathe in the sea air for an extra
bit and I’ll pick you up here later.” |
Daisy memnuniyetle kabul etti. Çünkü dalgaların kıyıya
vuruşlarını izlemek çok hoşuna gidiyordu. |
Daisy agreed willingly as she loved to just
watch the movement of the waves splashing the beach. |
Daisy deniz kenarında, üzeri korumalı bir bankta rahat bir
şekilde oturmuş, cebinden çıkardığı bir deftere biraz önce
aklına gelen bir şeyleri yazıyordu. |
Daisy sat down in front of the sea on a
sheltered bench, made herself comfortable and then pulled
out her notebook to write down something she had just
remembered. |
|
|
Hemen yakınında oldukça yakışıklı, Afrikalıların
özelliklerini taşıyan, kahverengi derili bir delikanlı
oturuyordu. |
Nearby sat a rather good-looking young man
with slight African features and a brownish skin. |
Delikanlı, önünden biri geçtiğinde sanki bir şeyler
mırıldanıyordu. |
Every time somebody passed by, he seemed to
mumble something. |
Daisy “Acaba ne söylüyor?” diye merak etti. |
“Whatever is he mumbling?” Daisy asked
herself. |
Kulaklarını dikti ve en son duyduğu sözleri sanki kavrar
gibi oldu: “Bozuk paranız var mı?” “Bozuk paranız varsa
biraz bana verebilir misiniz?” |
She strained her ears and made out the words
at last: “Any change? Any spare change?” |
Daisy şaşırmıştı. Çünkü delikanlının pek dilenciye benzer
hali yoktu. |
Daisy was surprised because the young man
didn’t really look the part. |
Üzerinde bir tişört ile aşınmış bir kot pantolon vardı;
öteki binlerce gençten hiç de farklı görünmüyordu. |
He was wearing a T-shirt and a pair of old
jeans but he didn’t seem very different from thousands of
other young men. |
Daisy, delikanlının yaptığı şeyden utandığı için para
dilenirken mırıldanır gibi konuştuğunu düşündü |
She reasoned that although he was asking for
money, he mumbled because he felt ashamed of what he was
doing. |
Bir çok kişi önünden geçerken onu duymuyormuş veya
görmüyormuş gibi davranıyor ve yollarına devam ediyorlardı. |
Many people just walked by pretending not to
hear or see him and went on their way. |
Birden iri yarı, göbeği sarkık bir adam sallana sallana
yürüyerek geldi. |
Suddenly, a large flabby man waddled by. |
Delikanlı cılız bir sesle tekrar “Bozuk paranız var mı,
efendim?” diye söylendi. |
The young man repeated faintly, “Any change? |
“Acaba bana verecek fazla paranız olur mu?” Tatil geçirmek
için buraya gelmiş olan şişman adam kendisinden para
istenmesinden çok kızdı ve ona öfkeyle bağırdı: |
Any spare change?” but the fat holidaymaker
got very angry at being asked for money and shouted at him, |
“İnsanları böyle rahatsız edeceğine git kendine bir iş
bul.” |
“Get yourself a job instead of bothering
people!” |
Daisy, delikanlının adama kötü bir cevap vereceğinden endişe
ediyordu. |
Daisy was afraid that the young man would
react badly. |
Ama tam tersine genç adam hiçbir şey söylemden tamamen
sessiz kaldı. |
Instead he said nothing and remained
completely serene. |
“Merhaba, benim adım Daisy” dedi. İçindeki dedektiflik ruhu
ortaya çıkmış ve şimdi bu delikanlı hakkında daha fazla
bilgiler edinmeye çalışıyordu. |
“Hello, my name’s Daisy.” The private
investigator in her had emerged and she wanted to know more
about the young man. |
Yüzünde doğal, kendine has bir tebessüm ve güven verici bir
ifade vardı. |
He had a natural engaging smile and a
trustworthy expression. |
“Benimki de Paul” diye cevap verdi. |
“Mine’s Paul,” he replied. |
Daisy, “Bazı insanlar çok öfkeli davranıyor, değil mi?” diye
sordu. |
“Some people are so angry, aren’t they?”
Daisy said. |
“Evet,” ama bilmiyorlar ki evsiz insanların iş bulması
neredeyse imkansız. |
“Yes, but maybe they don’t know that for the
homeless it’s almost impossible to get a job. |
İş
bulmak için insanın sabit bir evi olmalı; eğer evin yoksa iş
de bulamazsın. İşin olmayınca da sabit ev için para
kazanamazsın. |
To get one, you need a fixed residence and if
you haven’t got one, you get no job and so no money to pay
for a fixed residence!” |
Daisy “İşin bu yönünü hiç düşünmemiştim” dedi. |
“I didn’t realise it was quite like that,”
said Daisy. |
“Dünyada yaşamak çok zor.” |
“The world’s a difficult place to live in!” |
Biraz sonra orta yaşlı, hayli dalgın bakışlı bir kadın geçti
önlerinden. Üzerinde başka yaştan birine ait olduğu
anlaşılan ve üzerinden dökülen garip, beyaz bir elbise
vardı. Kadın “Merhaba Paul,” dedi. Sonra cevap beklemeden
uzaklaşıp gitti. |
A middle-aged woman with a rather lost
expression, wearing a strange white flowing dress from
another age, walked past them saying, “Hello Paul,” without
waiting for a reply and went on her way. |
Biraz sonra genç görünümlü Asyalı bir turist geldi, kolunda
bir fotoğraf makinesi vardı. |
A young-looking Asian tourist came by armed
with a camera. |
Paul her zamanki gibi kendisine “Bozuk paranız var mı,
efendim?” diye mırıldandı. |
Paul mumbled his usual, “Any change, any
spare change?” |
Turist parası olmadığını, ama bir ATM aradığını söyledi. |
The tourist replied he had no money at all
and was looking for a cash machine. |
Paul arkalarındaki alışveriş merkezini göstererek ona,
koridorun sonunda bir banka olduğunu söyledi. |
Paul pointed to the arcade behind them and
told the man there was a bank at the end of it. |
Turist kendisine teşekkür edip gitti; on dakika sonra elinde
bir sterlinle döndü ve parayı Paul’a verdi. |
The tourist thanked him and ten minutes later
reappeared with a pound for Paul. |
Daisy Paul’ün ellerine ve tırnaklarına baktı ve evsiz
barksız birinin nasıl bu kadar temiz olabileceğine şaşırdı. |
Daisy looked at Paul’s hands and nails and
wondered how a homeless person could look so clean. |
Sonra eğitimli biri gibi konuştuğunu farkederek bu
delikanlının gençliğini nasıl geçirdiğini merak etti. |
She found he had a very educated accent and
wondered what had happened to him during his young life. |
Daisy evsiz barksız kimselerin, özellikle büyük şehirlerde
ne kadar kötü durumda olduğunu iyi biliyordu. |
Daisy already knew that the situation of the
homeless was disastrous - especially in huge cities. |
New York, Londra, Milano gibi şehirlerin garlarındaki
yığınla insanın halini görmüştü. |
She had seen streams of them in New York,
London and in the Milan central railway station. |
Daisy ona “Sosyal konutlara müracat ettin mi?” diye sordu. |
“What about applying for a council house?”
asked Daisy. |
“Evet ama iki yıldan önce sıra gelmiyor” diye cevap verdi. |
“I have, but there’s already a waiting list
of two years.” |
“Belki ondan önce bir şeyler çıkar; bilemezsin ki” dedi
Daisy. |
“You know, something else might come along
before that. You never can tell.” |
Paul bir an düşündü, “Mümkündür; umarım öyle olur” dedi. |
Paul thought for a moment and replied, “I
suppose it could. I hope so.” |
Kendine özgü tebessümü ve yüzündeki güven dolu ifade
Daisy’yi rahatlattı. |
His engaging smile and the trustworthy
expression on his face made Daisy feel at ease. |
İlgisi ve merakı şimdi daha da artmıştı. |
She wanted to know more about him. |
“Sen burada mı doğdun?” diye sordu. |
“Were you born here?” Daisy asked. |
“Evet ama annemle babam Karayiplerden gelmişler.” |
“Yes, but my parents came from the West
Indies. |
Paul içini çekerek “Şimdi artık İngiltere’de değiller”
dedi. |
Now they’re not here in Britain any more,”
Paul sighed. |
Daisy, “Merakımı bağışla, sen iyi bir okulda okumuşa
benziyorsun; konuşmandan öyle anlaşılıyor” dedi. |
“If you don’t mind my saying so, you must
have studied at a good school by the way you speak,”
commented Daisy. |
Paul gönül alıcı tebessümüyle tekrar güldü. |
Paul smiled his winning smile again. |
“Evet, haklısın,” dedi, |
“Yes, you’re right! |
“Güney sahillerinde özel bir okulda okudum. Denizi çok
severim. |
I studied at a private school on the south
coast, at the seaside. I love the sea. |
Londra gibi büyük bir şehirde okuyamam; dikkatimi
toplayamam” dedi. |
I find that when I’m in a big city like
London I can’t read - I can’t concentrate.” |
Derisi ıstakoz gibi yanmış insanlar dondurmalarını şapur
şupur yalayarak neşeyle yeyip geçiyorlardı. |
Lobster-coloured people walked by happily
munching ice-creams. |
Daisy, “Evet seni çok iyi anlıyorum; bu temiz havayı
teneffüs etmek çok harika bir şey” dedi. |
“Yes, I know what you mean,” said Daisy,
“it’s wonderful breathing in this fresh air. |
“İnsana hayatın zevkini tattırıyor; büyük şehirlerde yaşamak
çok zor” diye karşılık verdi. |
It makes you feel alive. Big cities are hard
places to live in.” |
Daisy, Paul’ün hayatında çok kötü şeylerin olduğunu
hissediyordu, ama öyle özel şeyleri kendisine sormanın uygun
olmayacığını düşündü. |
Daisy had the sensation that something very
bad had happened to Paul but didn’t think for a moment of
asking him anything too private. |
Paul sözlerine devam ederek “Ben Londra’da yaşarken
vücudumda isilikler çıkıyor, |
Paul went on, “I live in London – but I keep
getting a rash there. |
sanıyorum sinirden olacak, hiçbir şey iyi gelmiyor.” |
I suppose it’s of nervous origin and nothing
seems to cure it.” |
Daisy, Paul’e ufak bir şekerleme uzatarak “Klasik papatya
bonbonu denedin mi?” dedi. |
“Have you tried the good old-fashioned
camomile lotion?” said Daisy offering Paul a toffee. |
“Evet, denedim; aslında bayağı iyi geliyor” dedi. |
“Yes I have, as a matter of fact, it seems to
help.” |
Daisy ile sohbet etmekten hoşlandığı anlaşılıyordu. |
He was clearly happy chatting with Daisy. |
Sözlerine devamla, “Biliyor musun, her yerde şiddet çok
fazla” dedi. |
“You know,” he went on, “there’s a lot of
violence on the streets. |
“Sokaklar, uyuşturucu kullanıp, sarhoş olanlarla, hayatı
boşlayanlarla dolu.” |
Many take to drugs or drink and just give
up.” |
Daisy, Paul’ü sıkıntılarından söz etmeye yönelttiği için
üzülmüştü.
Ama, ona eğer isterse durumunu düzeltebileceği söyledi. |
Daisy was sorry to encourage Paul to talk
about his troubles but reasoned that if he wanted to, he
might feel better afterwards. |
Daisy “burada insana hayat veren, ferahlatıcı bir hava var”
dedi. |
“There’s such fresh bracing air here,”
remarked Daisy. |
Paul mutlu bir şekilde gülerek “Ne yazık ki bu sadece bir
gün sürüyor” dedi. |
Paul smiled happily, “Unfortunately it’s only
for the day. |
Devam ederek “Arkadaşım Mike ile birlikte buraya iş yapmaya
gelmiştik. Ama Mike bizi ortada bıraktı. Demin buradan geçip
selam veren hanım vardı ya, işte onunla ikimizi. Mike
birazdan gelip ikimizi de buradan götürecek.” |
My friend Mike, who had to come down here on
business, dropped us off – that is, the lady who passed by a
few minutes ago, and myself - and he’s picking us up later.” |
Daisy biraz düşündükten sonra “Hiç fotomodellik yapmayı
düşündün mü?” diye sordu kendisine. |
Daisy hesitated a moment and then said, “Have
you ever thought of trying to get a job as a photographic
model? |
“Fotojenik misin bilmem ama, deneyebilirsin. Çünkü filmlerin
kalabalık sahnelerinde figüranlara ihtiyaçları olur.” |
I don’t know if you’re photogenic or not. But
you could try. Or apply when they want extras for crowd
scenes in a film!” |
Paul inanmaz bir tarzda gülümsedi. |
Paul smiled in a disbelieving way. |
“Ben mi? Ama ben yakışıklı filan değilim ki.” |
“Me? - but I’m not good-looking or anything.” |
Daisy, “Bugünlerde sadece yakışıklı erkekleri aramıyorlar” |
“Nowadays they don’t always look for just
wonderful-looking men,” said Daisy. |
“Bazen, değişik özellikleri olan insanlara ihtiyaç
duyuyorlar. |
“Sometimes they need people with certain
physical characteristics. |
Mesela herhangi bir tür ürünü satın almak isteyen birini
arayabilirler.” |
You know - a person who looks like someone
who would buy a certain type of product...” |
Paul düşünceye daldı. |
Paul looked thoughtful. |
Sanki birden bir rüzgar çıkmıştı. Daisy çantasını açıp
içinden bir kazak çıkardı. Oradaki bir fotoğraf elinden
kayıp yere düştü. |
Daisy opened her bag to pull out her
cardigan, as it had become a bit windy, and the photograph
she kept in it fell to the ground. |
Rüzgar tam resmi oradan sürüklüyordu ki Paul fırlayıp hemen
onu yakalayabildi. |
The wind was carrying it away but Paul jumped
up and managed to rescue it. |
Resmi Daisy’ye hemen geri vereceğine bir süre elinde tutarak
resimdeki gence daldı. |
Instead of giving it back to Daisy
immediately, he stared at it for a while. |
Paul “Sanki bu şahsı ben bir yerden tanıyorum” dedi. “Senin
arkadaşın mı?” |
“You know, I think I have seen this person
somewhere. Is he a friend of yours?” |
Daisy şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra cevap verdi:
“Hayır, daha on yedi yaşında, kaybolmuş.” |
Daisy overcame her surprise and replied, “No,
he’s only seventeen and he’s gone missing.” |
Paul, “Öyle görünüyor ki, bu delikanlı kendisini
kaybettirmiş olmalı” dedi ve sordu: “Peki şimdi sokaklarda
mı?” |
“He looks like a person who has lost
himself,” Paul remarked, “Is this young man on the streets?” |
Daisy “Bilmiyoruz” diye cevap verdi. |
“We don’t know,” answered Daisy. |
“Ben özel dedektifim ve bu gencin kaybolması üzerinde
çalışıyorum.” |
“I’m a private detective and I’m working on
his disappearance. |
Adı Andy Forster. Yani onu bir yerde gördün sen, değil mi? |
His name is Andy Forster. But you think
you’ve seen him somewhere?” |
“Sanıyorum onu hatırlıyorum. Sanki Regent’s Park’ta hayvanat
bahçesinde görmüş olacağım. Biraz düşünmem lazım. Bu resmi
bana verir misin?” |
“I seem to remember him. Was it in Regent’s
Park near the zoo? I’ll have to think about it. Look, can
you give me this photo? |
Bir arkaşım var ona göstereceğim. Kendisi hiçbir yerde
birkaç geceden fazla kalmaz; bir sürü insanla karşılaşır. |
I’ll show it to a a friend who never stays in
the same place for more than a few nights and meets a lot of
people all the time.” |
“Tabii alabilirsin. Teşekkür ederim. Belki bir sonuç çıkmaz,
ama bu delikanlının anası babası kendisini çok merak
ediyor.” |
“Yes, of course. Thanks a lot, Paul. I
realise it may come to nothing, but this young man’s parents
are really very worried about him.” |
Daisy kendisine fotoğrafla birlikte 10 sterlin ve bir de
kartvizitini verdi. |
Daisy handed him the photo together with a
ten pound note and her card. |
Tam o sırada Sonia’nın arabası da yolun öbür tarafında
görünüyordu. |
Just then she caught sight of Sonia’s car on
the opposite side of the road. |
Paul’a dönerek “Şimdi gitmem gerek; arkadaşım Sonia geldi, |
“I must be off now, my friend Sonia has
arrived. |
Sana iyi şanslar diliyorum” dedi |
The best of luck to you, Paul.” |
Paul de “Daisy, seninle sohbet çok güzeldi” dedi. |
“Oh Daisy, it’s been lovely talking to you,”
said Paul. |
“Pek az kişi bizimle insanmışız gibi konuşuyor” |
“You know, very few people talk to us as
though we were human beings.” |
Daisy ile Sonia birlikte “Bayağı
yanmışsın!”
deyip gülüştüler. |
“Aren’t you red!” Daisy and Sonia said in
unison and laughed. |
Olaya rağmen gayet güzel bir geçirmişler ve şimdi de artık
güvenle eve arabalarıyla gelebiliyorlardı. |
They had had a good day notwithstanding the
incident with the car, but now they could drive back home
safely. |
Giderlerken Daisy Sonia’ya Paul’den ve evsizlerin
İngiltere’de iş bulmada karşılaştıkları güçlüklerinden söz
etti. |
As they were going along, Daisy told Sonia
all about Paul and the difficulty of finding jobs for
homeless people in Britain. |
Sonia başını salladı ve “Bu konuda bir şey yapmalıyım. Belki
de bu konuda ciddi bir makale yazmalıyım” dedi. |
Sonia nodded, “I must do something about
this, maybe write a really decent article on the subject.” |
Kasım ayında, keyifsiz bir günde Daisy’nin telefonu çaldı. |
One miserable wet day in November Daisy’s
phone rang. |
“Alo, Daisy mi?” İngilizce’yi zor konuşan birinin sesine
benziyordu. |
“Hello, is that Daisy?” It was the voice of
somebody having difficulty in speaking English. |
“Manchester’den arıyorum.” |
“I’m ringing from Manchester. |
“Benim adım Antonio. Fotoğraftaki delikanlıyı gördüm.” |
My name is Antonio. I’ve seen the young man
in the photo. |
“Burada kamulaştırılmış bir evde uyuyor.” |
He sleeps in a condemned house nearby.” |
Daisy çocuklarını arayan zavallı ana babayı unutmamıştı.
Aslında geçenlerde yine kendisini ziyarete gelmişlerdi. |
Daisy hadn’t forgotten about the poor parents
looking for their son - in fact they had been back to see
her recently. |
Heyecanla yerinden fırladı ve nerede buluşabileceklerini
sordu. |
She jumped up excitedly and asked where they
could meet. |
“Bu gece yarısına kadar Commercial caddesindeki Nag’s Head
meyhanesinde olacağım” dedi. |
“I’ll be outside The Nag’s Head in Commercial
Street tonight until midnight. |
Boynumda geniş bir atkı ile başımda mavi yün bir şapka
olacak. |
I’ll be wearing a long red scarf and a blue
woollen hat.” |
Daisy de kendisini tanıttıktan sonra “Bu gece oraya
geliyorum; görüşmek üzere” dedi. |
Daisy described herself and replied, “OK,
I’ll be driving up there this evening - see you tonight.” |
Daisy bu arada gencin anababası Bay ve Bayan Forster ile de
temasa geçti. Çok heyecanlandılar ve kendisiyle birlikte
Manchester’a gitmeye karar verdiler. |
Daisy got in touch with Mr. and Mrs. Forster
who were very agitated and arranged to go up with her to
Manchester. |
O
gece saat on birde üçü birlikte Nag’s Head
meyhanesindeydiler. |
At about eleven o’clock that night the three
finally arrived at the The Nag’s Head. |
Meyhanenin dışındaki kanapede bir delikanlı oturuyordu;
boynunda bir atkı ile başında yün bir şapka vardı. |
There was a young man sitting on a bench
outside the pub wearing a scarf wound around his neck and a
woollen hat. |
Daisy arabadan dışarı çıkarak delikanlıya doğru yürüdü. |
Daisy got out of the car and walked over to
the young man. |
“Afedersiniz, isminiz Antonio mu?” diye sordu. |
“Excuse me, is your name Antonio?” she asked. |
“Evet, siz de Daisy misiniz? Tanıştığımıza memnun oldum.” |
“Yes, are you Daisy? Pleased to meet you. |
Antonio, “Bakın!” diyerek söze başladı. Cebinden köşesi
kıvrılmış bir resim çıkardı. Bu resim Daisy’nin Paul’a
verdiği Andy’nin resmi idi. |
Look!” Antonio pulled out a dog-eared photo
of Andy which Daisy recognised as the one she had given to
Paul. |
Antonio, “Bu resmi bana kısa bir süre önce Islington’dan
buraya gelen bir arkadaş verdi” diye söze başladı. |
“I was handed this by a mate who'd just come
up from Islington,” explained Antonio. |
“Bu uzun saçlı, kırmızı sakallı delikanlı, gündüzleri nehir
kenarında oturuyor, geceleri de terkedilmiş bir evde
uyuyor.” |
“There’s this chap with long hair and a
gingerish beard who sits by the river-bank during the day
and sleeps in a derelict house.” |
Daisy’nin içi bir tuhaf olmaya başlamıştı. |
Daisy felt her heart sink. |
Peki Andy artık sakal bırakıyorsa Antonio onu bu fotoğraftan
nasıl tanımıştı? |
How could Antonio have recognised Andy from
the photo if he now had a beard? |
Antonio sanki Daisy’nin aklını okuyordu. Ben onu sık sık
görüyorum. Ben ressamım, insanların özelliklerini tanırım. |
Antonio continued as if he had read Daisy’s
mind, “I've seen him often, and as I'm an artist - I paint,
I notice people's features. |
Bence bu Andy! |
According to me it's Andy!” |
Antonio, Daisy’nin arabasına binip artık kullanılmayan bir
yolu işaret etti. |
Antonio got into Daisy’s car and indicated
the way to a run-down street. |
Yolun sonundaki köşede bir ev vardı; önünde “Girilmez”
yazılı büyük bir tabela vardı. |
At the end, on the corner, there was a big
notice up in front of a house. It said No entry. |
Hepsi arabadan indi. Kamulaştırılmış evin ön kapısı ile
pencerelerinin mühürlenmiş olduğunu gördüler. |
They all got out of the car and saw that the
front door of the condemned house was sealed, as were the
windows. |
Antonio, “Arka girişi deneyelim” dedi. |
“Let’s try the back entrance,” suggested
Antonio. |
Daisy’nin elinde güçlü bir fener vardı ve hepsi birlikte
sürünerek evin arka tarafına doğru geçtiler ve oradaki
kapının aralık olduğunu gördüler. |
Daisy was carrying a powerful torch and they
all crept round to the back of the house and found the back
door half open. |
Hepsi birlikte içeri girdiler. |
They all went in. |
İçeride bir zamanlar yangın yanmış olduğu anlaşılıyordu.
Merdiven basamaklarından birçoğu kırılmıştı. |
It seemed there had been a fire and most of
the staircase was missing. |
Daisy fenerini içeriye doğru tuttu; orası bir zamanlar
misafir odası imiş. |
Daisy shone her torch towards what must have
been a sitting-room once. |
Salonda kömür haline gelmiş iki tane koltuk ve kırık dökük
bir masa ile nasıl olmuşsa yangından kurtulmuş eski
arkalıksız bir kanape vardı. |
There were a couple of charred armchairs, a
broken-down table and an old divan which had strangely
survived the fire. |
Bu
kanapenin üzerinde sakalları uzamış bir delikanlı yatıyordu;
bir uyku tulumunun içine girmiş, başının üzerinde ailesinin
bir fotoğrafı ile küçük bir oyuncak yavru ayı vardı. |
Lying on top of it there was a bearded youth
curled up in a sleeping bag with a photo of his family near
his head and a miniature brown teddy bear. |
Daisy fenerin ışığına delikanlının üzerine tutunca
gözlerini kırparak uyandı. |
The young man blinked his eyes as Daisy shone
her torch on him. |
Bayan Forster, “Andy” diye haykırdı. |
“Andy!” shrieked Mrs. Forster. |
Antonio, Daisy ile Bay Forster’in kendisine verdikleri
50’şer sterlinden dolayı çok mutluydu. |
Antonio was very happy with the fifty pounds
Daisy gave him and the fifty Mr. Forster gave him too. |
Forster’lar Andy’ye sarılıp onu öptüler. Başından çok kötü
şeyler geçmişti. Ama yine de yardım isteyememiş ve
kendileriyle temasa geçememişti. |
The Forsters hugged and kissed Andy who
explained that he had been through some pretty bad
experiences, but felt he couldn’t ask for help or get in
touch. |
Annesi ile babası ona ihtiyaçları olduğunu söyleyince Andy
de onlarla birlikte eve gelmeye razı oldu. |
His parents soon showed him they really
wanted him back and he immediately agreed to come home
again. |
Daisy hikayenin bu şekilde sonuçlanmasından çok memnundu.
Arkadaşı Sonia’ya her şeyi anlattı. O da hikayeyi en
başından itibaren yazmaya karar verdi. Hikaye’nin ismi “İş
ve Evsizlik” idi ve hikaye yakında Londra’nın büyük
gazetelerinden birinde yayınlanacaktı. |
Daisy was very glad this story had ended
happily and told her friend Sonia all about it, who had
already begun writing a series of articles entitled Work
and the Homeless soon to be published by one of the
major London papers. |
Birkaç ay sonra, bir akşam Daisy bir Çin lokantasından paket
yapılmış yemek alıp arabasına doğru giderken gözü
televizyondaki bir komedi programındaki reklamlara takıldı. |
A couple of months later, one evening, Daisy
was having a takeaway Chinese meal on a tray watching an old
comedy show on television when the advertising came on. |
Görünüşü çok güzel bir meyveli içecek tanıtımı yapılıyordu.
Bir delikanlı çok mutlu bir şekilde gülümsüyordu ve bu meyve
suyundan içiyordu. Delikanlı kimdi biliyor musunuz? |
A wonderful-looking new fruit drink was being
launched and a young man was smiling happily at her through
the screen as he was drinking it. |
Paul’dü. |
It was Paul! |
SON |
THE END |